Friday, 4 September 2009

Ana Hina by Natacha Atlas




Ana Hina is an album by Belgian singer Natacha Atlas. It was released by World Village on May 26, 2008. The album primarily features acoustic cover versions of songs originally performed by Arabic singers Fairuz and Abdel Halim Hafez. It was also influenced by Scottish and Latin music.Many of the songs on the album were culled from her father's personal tape collection by Atlas' music director, Harvey Brough. The lyrics to "La Vida Callada", a duet with Spanish singer Clara Sanabras, are based on a poem composed by Frida Kahlo. "Black is the Colour" is a traditional Scottish folk song.Atlas' version is loosely based on Nina Simone's cover version and features aMiddle Eastern musical arrangement.The song "He Hesitated" refers to the Iraq War; Atlas has openly criticized the foreign policy decisions of former United States President George W. Bushand former British Prime Minister Tony Blair.
Ana Hina received positive reviews from music critics. In a review for The Guardian, Robin Denselow called the album a "mature, varied and entertaining set".The Times reviewer David Hutcheon described Ana Hina as "rather wonderful" and named "La Vida Callada" as its best song.Youssef Rakha of the The National wrote that the album "is a powerful statement about being in the world today, a musical monument to globalisation" and further commented that its "effect is both refreshing and disorienting".


Track listing

#TitleSongwritersLength
1"Ya Laure Hobouki"Rahbani Brothers4:22
2"Beny Ou Benak Eih"Mamoun AlShinnawy, Kamal AlTaweel4:12
3"Ana Hina"Natacha Atlas, Harvey Brough5:12
4"La Shou El Haki"Rahbani Brothers3:18
5"Black is the Colour"John Jacob Niles4:07
6"Le Teetab Alayi"Rahbani Brothers3:20
7"La Vida Callada" with Clara SanabrasFrida Kahlo, Clara Sanabras5:04
8"Hayati Inta Reprise (Hayatak Ana)"Atlas, Brough, Marc Eagleton6:26
9"El Asil"Emam ElSaftalli, Aly Ismael2:03
10"Lammebada"Traditional7:10
11"He Hesitated"Atlas, Brough, Eagleton4:19
12"El Nowm"Atlas, Brough5:45

Sunday, 30 August 2009

DAYAN KALBİM
Seni dağladılar, değil mi kalbim,
Her yanın, içi su dolu kabarcık.
Bulunmaz bu halden anlar bir ilim;
Akıl yırtık çuval, sökük dağarcık.

Sensin gökten gelen oklara hedef;
Oyası ateşle işlenen gergef.
Çekme üç beş günlük dünyaya esef!
Dayan kalbim üç beş nefes kadarcık!

NECİP FAZIL KISAKÜREK

ÇOCUKLUĞUMUZ

Annemin bana öğrettiği ilk kelime
Allah, şahdamarımdan yakın bana benim içimde

Annem bana gülü şöyle öğretti
Gül, Onun, o sonsuz iyilik güneşinin teriydi

Annem gizli gizli ağlardı dilinde Yunus
Ağaçlar ağlardı, gök koyulaşırdı, güneş ve ay mahpus

Babamın uzun kış geceleri hazırladığı cenklerde
Binmiş gelirdi Ali bir kırata

Ali ve at, gelip kurtarırdı bizi darağacından
Asyada, Afrikada, geçmişte gelecekte

Biz o atın tozuna kapanır ağlardık
Güneş kaçardı, ay düşerdi, yıldızlar büyürdü

Çocuklarla oynarken paylaşamazdık Ali rolünü
Ali güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar kahraman

Ali olmaktan bir sedef her çocukta

Babam lambanın ışığında okurdu
Kaleler kuşatırdık, bir mümin ölse ağlardık
Fetihlerde bayram yapardık
İslam bir sevinçti kaplardı içimizi

Peygamberin günümüzde küçük sahabileri biz çocuklardık
Bediri, Hayberi, Mekkeyi özlerdik, sabaha kadar uyumazdık

Mekkenin derin kuyulardan iniltisi gelirdi

Kediler mangalın altında uyurdu
Biz küllenmiş ekmekler yerdik razı
İnanmış adamların övüncüyle
Sabırla beklerdik geceleri

Şimdi hiçbirinden eser yok
Gitti o geceler o cenk kitapları
Dağıldı kalelerin önündeki askerler
Çocukluk güzün dökülen yapraklar gibi



Sezai Karakoç

Tuesday, 25 August 2009

Yenilgi, Yenilgim, Yalnızlığım ve Kimsesizliğim

Yenilgi, yenilgim, yalnızlığım ve kimsesizliğim. Binlerce yengiden de bana değerli olan sen! Dünyadaki tüm parlak başarılardan sensin yüreğime yakın olanı! Yenilgi, yenilgim, baskaldırım ve de benim kendimle tanışmam. Sayendedir ki, hala ben ayağı yere basan ve solmuş defneler peşinde koşmayan biri olduğumun bilincindeyim; ve sende, yalnızlığımı buldum ve de herkesten uzak, ve de gururlu olmayı. Yenilgi, yenilgim, benim parlak kılıcım ve de kalkanım. Gözlerinde okudum tahtı arayanın kendi kendisinin kuluna dönüştüğünü. Ve, bir kimsenin derinliklerindeki esasını anlayabilmemiz için onun gücünü söndürmemiz gerektiğini. Ve ancak böylesine olgunlaştıktan sonradır ki, bir meyvenin tadına varılabildiğini. Yenilgi, yenilgim, benim sözünü sakınmaz yol arkadaşım şarkımı, bağrışmalarımı, sessizliklerimi hep duyacaksın. Ve senden baska hiçkimse bana söz etmeyecek kanat çırpınmalarından ve deniz kabarmalarından ve de geceleri yanan dağlardan. Ve sen, tek başına ruhumun sarp ve kayalık yollarından tırmanacaksın. Yenilgi, yenilgim, benim ölmez cesaretim sen ve ben fırtınada birlikte güleceğiz; ve biz ikimiz, derin mezarlar kazacağız içimizde ölmekte olanlara; ve tutunacağız, tüm gücümüzle, güneşin karşısında; ve de tehlikeli olacağız.
''Kalplerinizi birbirinize veriniz, fakat her biriniz kendi kalbine sahip olsun, çünkü kalbi, ancak Allah'ın eli koruyabilir. Birlikte durunuz, fakat birbirinize fazla yaklaşmayınız. Çünkü mabedin direkleri de, birbirinden uzak durur. Ve meşe ile selvi birbirinin gölgesi altında yetişmez...''



Belki bir masal gibi dinleyebilirsiniz bu hikayeyi. Radyolu günleriniz oldu mu bilmiyorum. Gaz lambasını ortaya koyup etrafında birbirinize hikayeler anlattınız mı? Böyle olmasa da belki elektrikler kesildiğinde dokunur dokunmaz yanan ışığın sizden birden kaçmasının sıkıntısıyla söylenmişsinizdir, gözleriniz karanlığa alıştığında yaktığınız mumun aydınlığında bildiğiniz gölge oyunlarıyla birbirinizi eğlendirmişsinizdir...
Belki de o lambalı günlerden siz de nasibinizi aldınız. Korkunç masallarla doldurdunuz akşamlarınızı, en uzun ,en korkunç masalı kim anlattıysa kafasını yastığa muzip bir gülümsemeyle koydu. Kazandığı zaferin keyfini rüyalarında sürdürmek için hemencecik uyudu. Kim bilir? 21 Şubat’ta ay Dolunay. Gözünüzü gökyüzüne çevirip o muhteşem manzarayı kaçırmazsanız belki size anlatacağım masalı da hatırlarsınız.
Ben size 1912’de başlayan, 1931 yılına kadar süren ve hiçbir zaman birbirleriyle karşılaşmadan birinin ölümüyle son bulan bir aşktan bahsetmek istiyorum. Adlarını duymuşsunuzdur. Halil Cibran ve May Ziyade… İki Lübnanlı yazar. Dünyanın farklı köşelerinde yaşayan iki kişi...
Halil Cibran Amerika Birleşik Devletlerinde... May Ziyade Mısır’da. Lübnan’da Beşari’de 1883’te doğan Cibran, annesi, ağabeyi ve kız kardeşleriyle önce Boston’a, sonra New York’a yerleşmiş ve 1931’de New York’ta ölmüştür.
May ziyade. 11 Şubat 1886’da Nasıra’da doğan May önce doğduğu yerde, sonra beş yıl süreyle Lübnan’da Aintourah Kızlar Enstitüsü’nde öğrenim görmüş. Öğretmen olan babası Mısır’da daha iyi olanaklar olacağını düşünerek ailesini Kahire’ye taşımış .
Halil Cibran ve May Ziyade birbirlerini karşılıklı yazdıkları mektuplardan ve çalışmalardan tanıdılar. Ama hiç karşılaşmadılar..
“Sevgili bayan May,…Mektupların ne kadar güzel. May, ne kadar hoş. Dağların tepesinden düşlerimin vadisine akan bir nektar nehri gibi. Gerçekten de , bu mektuplar, uzaktakileri etkileyen, yakındakileri geliştiren ve büyülü yankılarıyla taşları parlayan meşalelere, dalları çırpınan kanatlara çevirenOrfeus’un Lutu gibi. Sadece bir mektubunun geldiğibir gün bile benim içindağın doruğuna eşdeğer –düşün artık üç mektubunun birden geldiği güne ne demeli? Böyle bir gün için “Yüksek sütunlu İrem’in” sokaklarında dolaşacağım zamanlardan vazgeçerdim.” New York ,11Haziran 1919
Halil Cibran ve May Ziyade arasında yaşanan birbirini arayan iki ruhun buluşması gibidir. Hiç karşılaşmadan mektuplarla süren bir aşk. May duyguları coşup taştığı zamanlarda mektuplarında bu duygularını anlatsa da, yaşadığı zamanda onun bulunduğu yer, diğer kadınlardan daha özgür bir bireyselliğe ulaşmış da olsa yaşadığı toplumun ipekten bağlarına kayıtsız kalamamış ve geri çekilmiştir.
Şöyle der 15 Ocak 1924tarihli mektubunda. “Sana karşı taşmalarım-ne demek bu? Bütün bunlarla ne demek istediğimi gerçekten bilmiyorum. Ama senin sevdiğim olduğunu ve sevgiye saygı duyduğumu biliyorum… Bu düşünceleri sanaitiraf etmeye nasıl cesaret edebiliyorum? Böyle yaparak onları yitiriyorum. Yine de bunu yapmaya cesaret ediyorum. Tanrıya şükürler olsun ki, bunları söylemeyip yazıyorum, çünkü şimdi şu anda burada olsan, hemen geri çekilip uzunca bir süre senden kaçarım ve söylediklerimi unutuncaya kadar da beni görmene izin vermem.”
Halil Cibran 10 Nisan 1931 Cuma günü New York’ta öldü. Daha sonra 21 Ağustos’ta Beyrut limanına getirilen naaşı Lübnan tarihinde görülmemişmuhteşem bir törenle Beşari’ye Mar Sarkis Manastırı’nın eski şapeline götürüldü. Ve Lübnan Hükümetinin desteğiyle devamlı bir Cibran müzesi oluşturuldu.
Halil Cibran öldüğünde May şöyle yazmıştır. “Hiçbir zaman bu kadar acıçekmemiştim, hiçbir kitapta bir varlığın bu çektiğim kadar büyük bir acıya katlanacak gücü bulacağını okumamıştım…” Dr. Joseph Ziyade’ye mektubundan.
May’in durumu giderek kötüleşmiş uzun çöküntü dönemleri yaşamış bu durumdan kurtulmak için seyahatlere çıkmış. Başarısız bir intihar girişiminin ardından yakınlarının gözetiminde Lübnan’a dönmüş, bir akıl hastanesinde deliliğin eşiğinden dostlarının yardımıyla edebiyat çalışmalarına geri dönmüş ve 22 Mart 1939’da Beyrut Amerikan Üniversitesi’nde verdiği “Arap Yaşamına Yazarın Mesajı” adlı dersle tamamen iyileştiğini kanıtlamıştır. Lübnan’ı çok sevmesine rağmen 1939’un başlarında döndüğü Kahire’de iki buçuk yıl sonra ölmüştür.

Kırık Kanatlar

Yirmi yaşımdaken annem bana şöyle demişti: 'Manastıra girseydim, hem kendim, hem başkaları için en iyisini yapmış olacaktım.' 'Eğer manastıra girmiş olsaydın ben dünyaya gelmezdim' dedim. 'Dünyaya gelmen daha önce kararlaştırılmıştı oğlum' dedi. 'Evet ama, dünyaya gelmeden çok önce seni annem olarak seçmiştim ben' diye karşılık verdim. 'Dünyaya gelmeseydin cennette bir melek olarak kalacaktın.' dedi. 'Ama ben hala bir meleğim,' diye cevapladım. Gülümsedi ve dedi ki 'Kanatların nerede peki?' Elini tutup omuzuma koydum ve 'Burada,' dedim. 'Kırılmışlar,' dedi. Bu konuşmadan dokuz ay sonra, annem dönülmez ufukta yitip gitti. Ama 'kırılmışlar' sözü içimde yankılanmaya devam etti ve bana 'Kırık Kanatlar'ı, esinletti." (Halil Cibran,Aşk Mektupları, sayfa 50-51)

Sunday, 5 July 2009

The Enduring One, He is the Enduring One!

The Third Flash

[Emotion and spiritual pleasure have become mixed in this Flash to an extent, and since their exuberance does not much heed the principles of the intellect and the scales of thought nor conform to them, it should not be weighed up on the scales of logic.]

In the Name of God, the Merciful, the Compassionate.

Everything shall perish save His countenance; His is the command, and to Him shall you return.

The two phrases, The Enduring One, He is the Enduring One! * The Enduring One, He is the Enduring One! express the meaning of the above verse, and so too state two important truths. It is because of this that some of the chiefs of the Naqshbandi Order made themselves a special invocation with the repetition of the phrases, in the form of a concise Naqshi supplication. Seeing that the two phrases express the meaning of the above mighty verse, we shall explain several points concerning the significant truth they state.

FIRST POINT

The first time The Enduring One, He is the Enduring One! is recited, like a surgical operation, it severs and isolates the heart from everything other than God. It is as follows:

In respect of the comprehensiveness of his nature, man is connected with almost all beings, and in addition, a boundless capacity to love has been included in his nature. For these reasons man nurtures love towards all beings. As he loves the huge world as though it was a house, so he loves eternal Paradise as though it was a garden. However, the beings he loves do not stop, they depart, and he constantly suffers the pain of separation. That boundless love of his becomes the means of boundless torment.

The fault in suffering such torment is his, for his heart's boundless capacity to love was given so that he might direct it toward One possessing an infinite undying beauty. By misusing it and spending it on transitory beings, he has done wrong and suffers the punishment for his fault through the pain of separation.

And so, the first time he utters: "The Enduring One! He is the Enduring One!", it severs his attachment to transitory beings; he leaves those objects of love before they leave him and he is thus cleared of his fault. It declares that love is restricted to the Enduring Beloved, and expresses this meaning: "The only Truly Enduring One is You! Everything other than You is transient. One that is transient certainly cannot be the object of attachment for my heart which was created for everlasting love, for ardour lasting from pre-eternity to post-eternity. Since those innumerable beloveds are transitory and they leave me and depart, before they do so, declaring, The Enduring One, You are the Enduring One!, I shall leave them. Only You are immortal, and I know and believe that beings can only be immortal by Your making them so. In which case, they should be loved with Your love. They are not otherwise worthy of the heart's attachment."

When in this state, man's heart gives up innumerable objects of love; seeing the stamp of transitoriness on their beauty and loveliness, it severs its attachment to them. If it does not sever it, it suffers wounds to the number of its beloveds. The second The Enduring One, He is the Enduring One! is both a salve and an antidote for those wounds. That is, "O Enduring One! Since You are Enduring, that is sufficient, You take the place of everything. Since You exist, everything exists."

Yes, the beauty, bounty, and perfection in beings, which are the cause of love, are generally signs of the Truly Enduring One's beauty and bounty and perfections, and passing through many veils, are pale shadows of them; indeed, they are the shadows of the shadows of the manifestations of His Most Beautiful Names.

SECOND POINT

Included in human nature is an intense love. Even, because of the power of imagination, man fancies a sort of immortality in everything he loves. Whenever he thinks of or sees their passing, he cries out from the depths of his being. All the lamentations at separation are interpretations of the weeping resulting from love of immortality. If there was no imagined immortality, there would be no love. It might even be said that a reason for the existence of the eternal realm and everlasting Paradise is the intense desire for immortality arising from that passionate love of immortality, and from the innate and general prayer for immortality. The Enduring One of Glory accepted man's intense, unshakeable, innate desire and his powerful, effective, general prayer, for He created for transient man an eternal realm.

Is it at all possible that the Munificent and Compassionate Creator would accept the insignificant wish of a tiny stomach and its supplication through the tongue of disposition for a temporary immortality through creating innumerable sorts of delicious foods, and not accept the intense desire of all human kind, which arises from an overpowering innate need, and mankind's universal, constant, rightful, just prayer for immortality, offered through word and state? God forbid, a hundred thousand times! It is not possible that He would not accept it. Not to accept it would be in keeping with neither his wisdom, nor His justice, nor His mercy, nor His power.

Since man is most desirous of immortality, all his perfections and pleasures are dependent on immortality. And since immortality is particular to the Enduring One of Glory; and since the Enduring One's Names are enduring and immortal; and since the Enduring One's mirrors take on the hue of the Enduring One, and reflect His decree, and manifest a sort of immortality; for sure the matter most important for man, his most pressing duty, is to form a relation with that Enduring One and to adhere to His Names. For everything expended on the way of the Enduring One receives a sort of immortality. Thus, the second the Enduring One, He is the Enduring One! expresses this truth. In addition to healing man's innumerable spiritual wounds, it satisfies the intense wish for immortality in his nature.

THIRD POINT

In this world, the effects of time on things, and on their transience and passing, differ greatly. And while beings are one within the other like concentric circles, they are different as regards the speed of their passing.

Just as the hands of a clock counting the seconds, and those counting the minutes, hours, and days superficially resemble each other, but differ in respect to speed, so too the spheres of the body, soul, heart, and spirit in man differ from each other. For example, although the body possesses an immortality, life, and existence in the day in which it is, or even the hour, and its past and future are dead and non-existent, the sphere of existence and life of the heart extend from many days previous to the present day and to many days in the future. And the sphere of the spirit is vast; the sphere of its life and existence extends from years previous to the present day to years subsequent to it.

Thus, due to this capacity, in respect of knowledge, love, and worship of God, the Sustainer, and the pleasure of that Most Merciful One, which are the means to the life of the heart and spirit, transient life in this world comprises a perpetual life, results in an eternal life, and resembles everlasting life.

Yes, one second on the way of love, knowledge, and pleasure of the Truly Enduring One is a year. While if it is not on His way, a year is a second. A single second, even, on His way is immortal and many years. A hundred years of the people of neglect in regard to this world are like a single second. There is the famous saying: "A moment's separation lasts a year, and a year's union passes as swiftly as a moment." I say the complete opposite to this: a moment's union for God's sake within the bounds of the Enduring One of Glory's pleasure is a window of union, not of only a year, but a permanent window. While not one year, but perhaps a thousand years spent in heedlessness and misguidance are like a second. There is a saying more famous than the previous one that corroborates this: "The broad earth with enemies is like a drinking-glass, while the eye of a needle with friends like a broad arena."

An explicit meaning of the first well-known saying above is this: since union with transitory beings is transient, however long it is, it is brief. A year of such union is fleeting like a second, and is an illusion, a dream, causing regret and sorrow. The human heart, which desires immortality, can only receive in one year's union the tiniest pleasure within a fraction of a second. And one moment's separation is not one year, but many. For the arena of separation is broad. Even if only for a second, separation inflicts years of destruction on a heart which yearns for eternity. For it bodes of innumerable separations. While for physical and lowly loves, the past and future are filled with separations.

In connection with this matter, we say this: O man! Do you want to make your brief and useless life immortal, long, beneficial, fruitful? Since to so want is demanded by humanity, spend your life on the way of the Truly Enduring One. For everything turned to the Enduring One receives the manifestation of immortality.

Since everyone strongly desires a long life and yearns for immortality; and since there is a means of transforming this fleeting life into perpetual life and it is possible to make it like a long life; for sure anyone who has not lost his humanity will seek out the means and try to transform the possibility into a reality and will act accordingly. Yes, the means is this: work for God's sake, meet with others for God's sake, labour for God's sake; act within the sphere of ‘For God, for God's sake, on account of God.' Then all the moments of your life will become like years.

Alluding to this truth, verses of the Qur'an point out that a single night like the Night of Power are like a thousand months, that is, around eighty years. Also indicating to this truth is ‘the expansion of time', a tried principle among the people of sainthood and reality, through the mystery of which, a few minutes' Ascension become like many years and prove the existence of this truth and demonstrate it in fact. The few hours of the Ascension of the Prophet (PBUH) had the length, breadth, and comprehensiveness of thousands of years. For he entered the world of eternity by way of the Ascension, and a few minutes of that world comprise thousands of years of this world.

In addition are the numerous occurrences of ‘the expansion of time' experienced by the saints, constructed on this truth. It is related that some saints did a day's work in a single minute, some performed the duties of a year in an hour, and recited the whole Qur'an in the space of a minute. Such veracious people of truth would never knowingly stoop to lying. There can be no doubt that they observed exactly the fact of ‘the expansion of time', which is thus numerously and unanimously reported.

A sort of the expansion of time confirmed by everyone is experienced in dreams. Sometimes a day in the waking world, or many days, would be necessary to experience the happenings, words, pleasures, and pains experienced in a minute's dream.

I n S h o r t : For sure man is transitory, but he was created for immortality, and as the mirror to an Enduring One, and he was charged with duties which produce enduring fruits, and was given a form which is the means to manifesting the impresses of an Enduring One's enduring Names. In which case, the true duty and happiness of man is to cling with all his powers and faculties to the Names of that Eternally Enduring One within the bounds of those things that please Him; it is to be turned towards the Enduring One, and to go to Him. As his tongue utters "the Enduring One, You are the Enduring One!," so his heart, spirit, mind, and all his subtle faculties should declare:

"He is the Enduring One! He is the Pre-Eternal and Post-Eternal! He is the Everlasting One! He is the Perpetual One! He is the One Who is Sought! He is the Beloved! He is the One Wished For, the One Worshipped!"

Glory be unto You! We have no knowledge save that which You have taught us; indeed, You are All-Knowing, All-Wise!

O our Sustainer! Do not take us to task if we forget or do wrong.

Friday, 26 June 2009

Yüreği olan beri gelsin

Aynadaki kendini değil, kendindeki aynayı görenler,
fiziklerindeki güzelliği ile değil
yüreklerindeki erdemlerle hayat sürenler
beri gelsinler.
***
Bırak atsınlar iftirayı !Ne söylerlerse söylesinler de, sıkılmayan utanmayan onlar olsun.Sen yüreğini geniş tut. Olabildiğince geniş.Varsın en delişmen tayların toynakları parçalasın yüreğini.En yağız atlar, yarış yapsınlar gönlünün sonsuzluklarında.“ Seviyorum! “ Demek; O kadar ucuz, o kadar basit, o kadar dile kolay mı geliyor?“ Seviyorum!” Demek; Bu kadar sorumsuz, bu kadar hesapsız, bu kadar pervasızlık mı gerektiriyor?Halbuki: “Seviyorum!” Demek;En geniş yüreklerin, en geniş otlaklarında, misli görülmemiş depremler meydana getirmez mi sanıyorsunuz?Yani:“ Seviyorum!” demek; Sevgilinin göz bebeklerine dalıp, kendinden geçmek değil midir?“ Seviyorum!” demek; Sevgilinin saçlarını karıştırıp, ona ninniler söylerken hayata veda etmek değil midir?“ Seviyorum!” demek;Sevgiliye ait ne varsa, hepsini sevmek, hepsini tanımak, hepsini görmek değil midir?“ Seviyorum!” demek; Sevgilinin rengine boyanmak değil midir?““Seviyorum” demek;İdam sehpasına boyun uzatmak değil midir?
***
Yoksa;“Seviyorum!” demek;Bakkaldan alınan ucuz çiklet sakızı gibi ağzınızda bir iki geveleyip tükürüp atmak mıdır?“ Seviyorum” demek; Sevgiliyi bir kedi yavrusu gibi, iki sokak öteye bırakmak mıdır?“ Seviyorum” demek; Bir heves uğruna, sevgiliyi gözden çıkartmak mıdır?“Seviyorum” demek; Sevgi umanına dalıyormuş gibi görünüp aldatmak mıdır?Seviyorum” demek; Sevgiliyi ağlatmak mıdır?Yoksa;“Seviyorum” demek ;AŞK’ ın ufkunu daraltmak mıdır?
Böyle sanıyorlarsa sevgiyi, bırakın sevmesinler!
Onlar; iki dakikalık zevkleri uğruna, zağar cinsi köpekler gibi, her gün bir başka av peşinde iz koklayadursunlar;Sen :Gönlünün en geniş otlakların da sevgilinin gözleri ile yüreğini bütünleştirebiliyor musun?Maveraya açılan pencerelerin binlercesinden, binlerce defa, binlerce duyguyu terennüm ettirip, en çirkin halleri bile güzelleştirebiliyor musun?Sen! Milyon yıllık bir cesedin, toprakla bütünleşmiş kemiklerini AŞK ile birleştirebiliyor musun?Derin bakışların altında ki diğer “ Sen”i. tüm çıplaklığın ile sevgilinin önüne serpiştirebiliyor musun?Ya da: dize gelebiliyor musun Aşk’ın önünde lime lime****Bırak onlar, fitne ve fesat üretsinler, Bırak onlar, istedikleri kadar yalan ve iftira uydursunlar,Bırak onlar, Birbirlerinin nefeslerini koklamak uğruna, dillerine gelen ne kadar yalan varsa gerçekmiş gibi anlatsın,Bırak onlar, birbirlerinin kıçlarını yalamak için ne kadar gerçek varsa ırzına geçsinler.Bırak onlar,ucuz çiklet sakızı gibi birbirlerinin sevgisini çiğneyip, çiğneyip tükürsünler.Ve bırak onları sevgi dedikleri “Zan” la sürüm, sürüm, sürünsünler.Sen, yüreğini geniş tut. En cins At’lar dört nala koşsunlar yüreğinin derinliklerin de.Sen geniş ol, sabırlı ol…Her şeyimsin!” dediği insanı“ Bıktım usandım!” diyerek aldatan fahişe ruhlar!;“ Siz oynaya durun sevgi dediğiniz zan ‘la, çiğneye durun ölü etlerinizi!!!”Ben sabırla toplayacağım bu aşk’ın meyvesini…Siz, hazımsızlığın kazurat çukurun da umman sanarak yüze durun, Siz, fahişe duygularınızı sevgi diye yutturun.Ben yüreğimi geniş tutup sabırlı olacağım.Ben yüreğimi soylu At’ların toynaklarına bırakıyorum. Tepelerse onlar tepelesinler yüreğimi. Ben gönül penceremi genişleteceğim daralıp bunalmayacağım.Ne derseniz deyin hep sevgi ile dolu olup, sevgiyle kalacağım…“ Sevmek” geride ne varsa bırakmak değil midir?““ Sevmek “ gemileri yakmak!”değil midir?“ Sevmek” sevgiliye gül atmak değil midir?“ Sevmek” geçici arzuları , tozlu raflara atmak değil midir?Ve en doğrusu:“Sevmek!”:Yüreği arıtmak değil midir?Gel Sıla! Ne olursan ol. Hangi halde, hangi durumda olursan ol gel .Gel , Öyle sarıl, öyle sarıl ki kendin de kaybolasın,Gel, öylesine sarıl ki, Allah tan başkasına yer kalmasın!!!Sıla! Allah sende olduğundan, senden kopamıyorum; Ve Allah bende olduğundan sana tapamıyorum.Gel, koy başını yüreğime, bak neler söylüyor hücrelerim?Yüreğim yangın yeri , söndüremiyorum.Ve seni öyle yaşattım, öyle yaşattım ki kendimde! öldüremiyorum!...

Mehmed Alperen

Mehmed Alperen'ce

Aşk tufandır ,önünde gazeller dayanamaz, yollarında devler devriye gezer. cüceler barınamaz...
Birbirimizi affedecek kadar sevemiyorsak bunun adına sevgi denmez. SEVMEK GEMİLERİ YAKMAKTIR...
Edep insan niyetini düzenler. Ahlak ise edebin dış dünyaya yansımasıdır.. Edepsiz bir kişi ahlaklı da olamaz...

Sunday, 14 June 2009

Topal Leylek

İnsanlar gelir,insanlar gider.
Bir köşede bekler leylek,
Eyüp'te Bayezid'te Süleymaniye'de.
Bir köşede bekler leylek;
Acıyan kalbi ve olmayan yanıyla...

Tuesday, 9 June 2009

Sen

Zamanlar içinden göçtüm
Duvarın taşın içinden geçtim
Dağı taşı bıraktım
Sana geldim

Sevgi dolu çocukluğum
Sevgi dolu içim dışım
Babacığım
Kollarına al beni
Ben senin çocuğunum

Zemherir kışlar geçirdim
İliklerim üşüdü
Sıcak adın kucağım
Huzurmarın huzuru
Sevgilerin sevgisi
Adın
Benim adım
Benim huzurum

"Uşşakı katar eyledi aşk içre Muhammed"
Davullar çalınır
Uzaktan
Uzaktan
Sabahın sevinci içimde
Bayramın sevinci içimde
Katar
Katarın içinde
Gözüm açık
Gözüm kapalı
Gözüm kapalı
Götür beni
Götür

Asaf Halet Çelebi

Thursday, 4 June 2009

Vefa

Bir Hak Dostu bir zaman bakar ki, talebeleri teker teker bırakıp gidiyorlar. Öyle bir vakit gelir ki, tek bir talebesi kalır. Dayanamaz ve sorar o tek talebesine;-Arkadaşların neden gelmiyorlar artık?Talebesi utana sıkıla hali ile cevabı geçiştirmek ister,Hak Dost ısrar edince de anlatır meseleyi.-Efendim, o arkadaşların gözleri manaya açılınca sizin Levh-i mahfuzda Cehennemlikler arasında olduğunuzu gördüler. Bu insana talebe olunmaz diyerek, gittiler. Hak dost çok üzülür ve sorar;-Peki sen neden gitmedin?-Ben de o yazıyı görüyorum. Üzerimde bu kadar emeği olan sizsiniz. Bırakıp gidemezdim, der talebe. Bu vefa ve sadakat karşısında Hak Dost ağlamaya başlar ve der ki,-Ben o yazıyı 40 yıldır görüyorum ama gidecek başka kapı yok ki!Hak Dostun bu inkısarı, 40 yıllık sadakatle birleşince, Levh-i mahfuzdaki "şaki" yazısı silinir ve "said" yazar.

Vefâ, sadece hasların vasfıdır.Nisyan ise hamların... Bedene tutsak olmuş hoyratların nasibi yoktur vefâdan. Gönlümüzün kitabında; Bize bir defa selâm vereni kıyamete kadar unutmayız düstûru kayıtlıdır. Biz dersimizi;Acı hatırasıda olsa taşa bile vefa gösteren ve Uhud bizi sever,biz Uhud'u severiz diyen Rehberi Ekmel'den Kabrimize gelip, bir defa Fatiha okuyanlar kıyamete kadar bizimdir,İmânlarını kurtarmadan ölmesinler, ömürleri boyunca fakirlik görmesinler diye dua eden, hâlâ büyük bir vefayla Üsküdar'da dostlarını ağırlayan Aziz Mahmut Hüdâyîi'den, Ankara mahkemesi esnasında, beraat kararı ile çam dağındaki ağacının kesilmesi arasında bir seçim yapması söz konusu edilince, "Beraat kararını istemem, yeter ki ağacıma dokunmasınlar! diyen Üstad Bediüzzaman'dan almışız. Nice vefâ kahramanının mânevî huzûrunda hürmetle, edeple selâma durmuşuz. Dostlarını daima vefâ ile hatırla! Arayan sen ol, bulan sen; tanıyan sen ol, kucaklayan yine sen. Kula vefâsı olmayanın Hakk'a vefâsı olmaz. Git ki, vefanın ter ü tâze hüküm sürdüğü yeni bir hayata başla... Haydi daha fazla durma karşımda. Kurşun gibi bir anda al, ellerini benden. Su gibi aksın ellerin ellerimden.Yüreğini yüreğimde, gözlerini gözlerimde bırak da git. Beklemeden, bir kelime bile etmeden git. Canımı canımdan kopar da git. Giderken son bir defa Hakk'ın selâmını esirgeme benden. Arkada kalanın gözü yaşlı olur, yüreği yufka, gönlü ince. Ben, içimdeki korla, bağrımdaki volkanla, öylece dağ gibi arkanda kalayım. Yapayalnız hecelerde kaybolan ben olayım. Sen sağlam adımlarla yarınlara yürürken, yıkılan ben olayım. Gülen sen ol, ağlayan ben. Yeşeren sen ol, sulayan ben. Bana saplansın paslı mızrakların ucu, sana dokunmasın. En çılgın isyanlarını, savaşlarını, sırlarını gittiğin diyarlara götürme. Kötüye dair ne varsa benim yanımda kalsın. Benim avuçlarıma bırak. Ben onları dua dua ak kanatlı kuş gibi göklere uçurayım. Benim payıma; ilâhî dergahtan, ayrılık sahillerinde anıların gönüllü bekçisi olmak düştü. Hak'tan gelene razıyım. Sen geçmişi bana bırak,gözümde toprak,boğazımda diken yaşamaya,bir vefa uğruna dikenlerden harab ve turab olmaya ben zaten razıyım...
Duayla kal,dualar gibi kal,sen hep kal,uzaklarda olsada...

Wednesday, 27 May 2009

BEN KANDAN ELBİSELER GİYDİM HİÇ DEĞİŞTİRSİNLER İSTEMEZDİM

Kendinden birşeyler kattın

Güzelleştirdin ölümü de

Ellerinin içiyle aydınlattın

Ölüm ne demektir anladım

Yer değiştiren ben değildim

Farklılaşan sendin

Sendin bana gelen aynalarla

Sendin bana gelen sendin

Artık ölebilirdim

Bütün İstanbul şahidim

Ben kandan elbiseler giydim

Bundan senin haberin var mı


SEZAİ KARAKOÇ

ANNELER VE ÇOCUKLAR

Anne ölünce çocuk

Bahçenin en yalnız köşesinde

Elinde bir siyah çubuk

Ağzında küçük bir leke

Çocuk öldü mü güneş

Simsiyah görünür gözüne

Elinde bir ip nereye

Bilmez bağlayacağını anne

Kaçar herkesten

Durmaz bir yerde

Anne ölünce çocuk

Çocuk ölünce anne


SEZAİ KARAKOÇ

İNİLTİ

’Kim bir musibete ugrarsa , benim yoklugum sebebiyle maruz kaldıgı musibeti hatırlasın.Cunku bu en buyuk musibettir.’’

Sensizliğin ne demek olduğunu
Bir deve kadar bilemeyişime.

Sana gelemeyişimin isyanıdır bu. Seni duyamayışımın. Seni kalbimin en kutlu tepesine oturtamayışımın. Gözlerine bakamayışımın. Pişmanlığımı kabullenirsin biliyorum. Düştüm patikalarda. Yaralı ellerim ve kanayan yanlarım. Yaralarımı sen sarabilirsin ancak. Ama gelebilirmiyim yanına. Ben gözlerimi, gözlerinden kaçırışımın hüznünü yeni yaşıyorum. Sana bir söz söylemeye utanıyorum. Susuyorum sadece gözyaşlarımla anlatıyorum. Senin kirlerimizden arındırdığın gözyaşlarınla. Seni üzmenin hüznüyle kahrolmayışıma ağlıyorum. Ateşin etrafında pervane oluşuma. Senin çabalarına rağmen yanışıma ağlıyorum. Garib kalamayışıma. Silahımı kaybedişime. Seni güldüremeyişime ağlıyorum. Bir cansız kadar olamayışıma.Emanetini kaybedişime. Kaybettiğimin farkına varamayışıma. Seni bilemeyişime. Sana gelemeyişime.Üşüdüğümü yeni fark ediyorum sensiz bu diyarda. Ve sana hasret beldelerin iniltisini yeni duyuyorum. Yeni görüyorum çiçeklerin boyun büküşünü. Son bir söz söylüyorum utanarak son; Sana vefasızlık yaptım senden af diliyorum. Seni canımdan çok sevdiğimi bilmeni istiyorum.




İBRAHİM


İBRAHİM
ibrâhîm
içimdeki putları devir
elindeki baltayla
kırılan putların yerine
yenilerini koyan kim

güneş buzdan evimi yıktı
koca buzlar düştü
putların boyunları kırıldı
ibrâhîm
güneşi evime sokan kim

asma bahçelerinde dolaşan güzelleri
buhtunnasır put yaptı
ben ki zamansız bahçeleri kucakladım
güzeller bende kaldı
ibrâhîm
gönlümü put sanıp da kıran kim



Asaf Halet ÇELEBİ

Sen ve Ben

Sen ve ben
Hayata hep yaban kalacağız.
Birimiz diğerine
Ve her birimiz kendisine.
Senin konuşacağın
Ve benim seni dinleyeceğim güne değin.
Sesini sesim sanarak.
Ve karşında durduğum güne değin.
Bir aynanın karşısında duruyormuşcasına.

KIRIK KANATLAR

Bana mutluluktan söz etme; anısı beni mutsuz ediyor. Bana huzurdan söz etme; gölgesi beni korkutuyor; ama ben, sana, Cennet' in kalbimin külleri içinde yaktığı mübarek feneri göstereceğim; seni bir annenin yegane bir çocuğunu sevdiği gibi sevdiğimi biliyorsun. Aşk seni kendimden dahi korumayı öğretti bana. Beni, seninle birlikte uzak diyarlara gitmekten alıkoyan şey, ateşle temizlenmiş o aşktır. Aşk, senin özgürce ve erdemli bir şekilde yaşamana imkan vermek için içimdeki arzuyu öldürüyor. Sınırlı aşk, sevdiğini sahiplenmek, sınırsız aşk ise sadece kendini ister. Gençliğin saflığı ve uyanışı arasına düşen aşk kendini sahiplenme ile tatmin eder ve sarılmalarla büyür. Ama gökkubbenin kucağında doğan ve gecenin sırlarıyla inen aşk, edebiyat ve ölümsüzlükten başka hiçbir şeyle huzurlu olamaz; İlahi varlık dışında hiçbir şeyin önünde hürmetle eğilemez.